top of page

Kapitalizm, Otoriterleşme ve Göçmen Emeği- Feyyaz Kerimo

  • Yazarın fotoğrafı: bcacikgoz
    bcacikgoz
  • 20 Kas
  • 19 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 11 saat önce

ree

Kapitalizmin 21. yüzyıldaki krizi artık geçici bir dalgalanma değil, sistemin yapısal niteliğidir. Krizler, kapitalizmin doğasında vardır; Marx’ın ifadesiyle sermaye, kendi genişleme dürtüsü nedeniyle aynı zamanda kendi sınırlarını üretir [1]. Finansal çöküşler, derinleşen eşitsizlikler, ekolojik yıkım ve emperyalist savaşlar, kapitalizmin artık süreklilik değil, yapısal krizler ürettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bugün bu çıkmazın en görünür boyutlarından biri, göçmen emeğinin kapitalist yeniden üretim dinamikleri içinde yapısal bir konum edinmesidir. Marx’ın “yedek sanayi ordusu” kavramında tarif ettiği üzere, sermaye her zaman ucuz ve güvencesiz bir emek rezervine ihtiyaç duyar; bu nedenle göçmen emeği, kapitalist birikim süreçlerinin sürekliliğinde önemli bir işlev üstlenmektedir. Ancak göçmen emeğinin bu önemli konumu, yalnızca ekonomik düzeyde değil, aynı zamanda siyasal (otoriterleşme) ve ideolojik (ırkçılık, milliyetçilik) düzlemlerde de şekillendirici bir işlev taşımaktadır.

Milyonlarca insan, savaşlar, iklim felaketleri ve yoksulluk nedeniyle yerinden edilmekte; ucuz işgücü rezervi olarak küresel kapitalizmin merkezlerine yönlendirilmektedir. Avrupa’nın tarım alanlarında - özellikle İtalya ve İspanya’da - kölelik koşullarında çalıştırılan göçmenler; Körfez ülkelerinin inşaatlarında emek gücü olarak kullanılan Güney Asyalılar; Türkiye’nin kayıt dışı atölyelerinde sömürülen Suriyeliler; ya da ABD’nin hizmet sektöründe Latinx ve Asyalı işçiler - tümü, kapitalizmin güncel yeniden üretiminin zorunlu halkalarıdır [2,3]. Sermaye, kendi krizini bu güvencesiz emek üzerinden hafifletmeye çalışırken, aynı anda yeni toplumsal ve siyasal çatışmalar üretmektedir; bu çatışmalar, günümüz otoriterleşme eğilimlerinin de zeminini oluşturur.

Kapitalizmin krizlerini yönetme çabası, devlet biçimlerinin dönüşümünü -özellikle güvenlikçi, gözetimci ve milliyetçi karakterlerin güçlenmesini- beraberinde getirmiştir. Lenin’in vurguladığı gibi, emperyalizm kapitalizmin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir aşamasıdır; tekeller ve mali sermaye, hâkimiyetlerini ancak zor araçlarıyla sürdürebilir[4]. Bugün otoriter devletlerin yükselişi, tam da bu zorunluluğun tarihsel bir sonucudur. Göçmenler, bir yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü olarak sisteme entegre edilirken; öte yandan “tehdit” olarak kriminalize edilmekte, sınırlar militarize edilmekte ve toplumun öfkesi göçmenlere yönlendirilmektedir. Stuart Hall’un kavramsallaştırdığı biçimiyle otoriter popülizm, rızanın çözüldüğü yerde baskı ve popülist söylemin yeniden birleşmesidir [5]. Böylece, otoriter popülizm günümüz kapitalizminin hem siyasal hem ideolojik tutkalı haline gelmiştir; göçmen emeği bu tutkalın hem nesnesi hem de bahanesidir.

Kapitalizm, göçmen emeğini hem ekonomik bir can simidi hem de siyasal bir manipülasyon aracı olarak kullanırken, kendi yapısal çıkmazını derinleştirmektedir. Bu mekanizma ne ekonomik bunalımı çözmekte, ne de siyasal istikrarsızlığı azaltmaktadır; aksine, yeni toplumsal gerilimler, etnik ayrımcılıklar ve sınıf çatışmaları üretmektedir. Rosa Luxemburg’un uyarısı bugün hâlâ geçerlidir: Kapitalizm yeni pazarlar ve emek rezervleri olmadan var olamaz; ancak bu genişleme süreci, aynı zamanda sistemin ölümcül çelişkilerini de açığa çıkarır [6].

Buna rağmen göçmen işçiler yalnızca mağdur değil, aynı zamanda devrimci bir potansiyelin taşıyıcılarıdır. Tarih boyunca işçi sınıfının en dinamik kesimlerinden biri olan göçmenler, örgütlenme ve dayanışma deneyimleriyle bugünün enternasyonal dayanışma arayışlarında önemli bir referans noktası haline gelmiştir. Kapitalizmin krizleri otoriter baskılarla yönetilmeye çalışıldıkça, bugünün proletaryasının direnişi de kaçınılmaz biçimde güçlenecektir. Dolayısıyla göçmen emeği, kapitalizmin sürekliliğini doğrudan sağlayan bir unsur olmasa da, onun çelişkilerini görünür kılan tarihsel bir ayna işlevi görmektedir.

2. Kapitalizmin Çıkmazı: Kârın Sınırları

Kapitalizmin tarihi, krizlerin tarihiyle iç içedir. Marx’ın vurguladığı gibi, sermayenin genişleme zorunluluğu aynı anda kendi engellerini üretir; kâr oranlarının düşme eğilimi, bu sistemin en temel içsel çelişkilerinden biridir [7]. Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi adlı eserinde bu tespiti daha da ileri taşır. Kapitalizmin ancak kapitalist olmayan alanlardan yeni pazarlar ve emek rezervleri bularak ayakta kalabileceğini, fakat bu genişleme sürecinin aynı zamanda sistemin kendi sınırlarını ve mezar kazıcısını da yarattığını belirtir [6].

Günümüzde yaşanan krizler, Marx’ın kapitalizmin içsel çelişkilerine ilişkin çözümlemelerini doğrular niteliktedir. Finansallaşmanın derinleşmesi, borç ekonomisinin genişlemesi, gelir eşitsizliklerinin artması ve ekolojik tahribat, kapitalizmin artık döngüsel değil, yapısal bir kriz rejimi içinde işlediğini göstermektedir. Bu yapısal kriz, yalnızca ekonomik düzlemde değil; siyasal, toplumsal ve ekolojik ilişkilerde de sistematik bir tıkanmayı ifade etmektedir.

2008 krizi, kapitalizmin finansallaşma üzerinden kendini yeniden yapılandırma kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermiştir. Kriz, büyük tekellerin ve bankaların kurtarılmasıyla geçici olarak ertelenmiş, fakat yapısal sorunların kaynağı çözülememiştir. David Harvey’in belirttiği gibi, neoliberal finansallaşma süreci üretken sektörleri zayıflatırken, hane halklarını borç ekonomisine, işçi sınıfını ise yapısal güvencesizliğe mahkûm etmiştir[8]. Bugün küresel ekonomideki dalgalanmalar, kapitalizmin kâr oranlarını sürekli baskılayan yapısal çelişkilerin güncel ifadesidir.

Kapitalizmin doğayı metalaştırma ve sınırsız büyüme mantığı, ekolojik sistemleri çöküş noktasına getirmiştir. John Bellamy Foster’ın Marx’ın ekoloji analizini yeniden yorumlayarak geliştirdiği “metabolik yarılma” kavramı, sermaye ile doğa arasındaki dengenin kapitalist üretim biçimi tarafından bozulduğunu ve gezegenin yeniden üretim kapasitesinin tahrip edildiğini ortaya koyar [9]. Bu yalnızca çevresel bir mesele değil; aynı zamanda milyonları göçe zorlayan, yeni bir “iklim proletaryası”nı yaratan sınıfsal bir süreçtir. Afrika’dan Avrupa’ya, Asya’dan Amerika’ya yönelen göç dalgaları, kapitalizmin ekolojik çıkmazının insani bedelidir.

Kapitalizmin son kırk yılda bulduğu “çözüm” finansallaşmadır. Ancak bu çözüm, üretimi canlandırmak yerine küresel bir borç zinciri yaratmıştır. David Harvey’in vurguladığı üzere, neoliberal birikim modeli sermayeyi kısa vadeli finansal kârlara yönlendirirken, emeği sürekli değersizleştirmiş ve toplumsal yeniden üretimi krize sürüklemiştir [8]. Bugün dünya genelinde en zengin %1, toplam servetin yarısından fazlasını kontrol ederken, milyarlarca insan güvencesiz emek koşullarında yaşamaktadır. Bu eşitsizlik yalnızca sosyal adaletsizlik değil, aynı zamanda kapitalizmin işleyişinin sürdürülemezliğinin kanıtıdır.

Krizler derinleştikçe devletin sınıfsal niteliği daha çıplak biçimde görünür hale gelmektedir. Devlet, bu süreçte yalnızca “hakem” değil, doğrudan sermayenin çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtı olarak işlev görür. Güvenlik politikalarının sertleşmesi, gözetim mekanizmalarının yaygınlaşması ve milliyetçi söylemlerin yükselmesi bu dönüşümün ifadesidir. Göç yollarının militarizasyonu, sınırların duvarlarla tahkim edilmesi, mülteci kamplarının kalıcı hale getirilmesi ve göçmen emeğinin sistemli biçimde kayıtdışına itilmesi, devletin bu işlevinin somut örnekleridir. Gramsci’nin vurguladığı gibi, hegemonya çöktüğünde devlet giderek çıplak zorla ayakta durur; rıza üretimi yerini baskının sistematikleşmesine bırakır. Otoriterleşme bu nedenle tesadüfi bir siyasal tercih değil, kapitalizmin yapısal krizlerinin zorunlu siyasal biçimidir. Ian Bruff’un “otoriter neoliberalizm” kavramın da işaret ettiği üzere, devletin bu dönüşümü yalnızca göçmenlere yönelik baskıyı artırmakla kalmaz; aynı zamanda işçi sınıfının tüm kesimlerini bölünmeye, örgütsüzleşmeye ve derinleşen sömürü koşullarına mahkûm eder [10].

Göçmen işçiler, kapitalizmin güncel yapısal krizinin merkezinde, yani ekonomik, siyasal ve toplumsal çelişkilerin kesişim noktasında yer almaktadır. Guy Standing’in “prekarya” olarak adlandırdığı güvencesiz işçi tabakası, göçmen emek üzerinden en çıplak biçimde görünür hale gelir [11]. Prekarya kavramı, güvencesizliğin çağdaş biçimlerini tanımlamak açısından açıklayıcıdır; ancak üretim ilişkilerinden koparıldığında sınıfsal çözümlemeyi bulanıklaştırır. Bu nedenle Marksist literatürde, prekarya kavramı genellikle eleştirel biçimde, proletaryanın güncel parçalanma biçimlerini ifade eden bir olgu olarak değerlendirilir. Marksist perspektiften bakıldığında, bu güvencesiz tabakalar yeni bir sınıf değil, proletaryanın güncel biçimlerinden biridir. Göçmenler, üretim araçlarına sahip olmayan ve artı-değer üreten emekçiler olarak proletaryanın bir parçasıdır; onları “yeni bir sınıf” olarak tanımlamak Marksist analiz açısından sorunludur.

Yine de göçmen emeği, kapitalizmin güvencesizlik ve parçalama stratejilerinin en açık ifadesi olduğu için bu tartışmada merkezi bir öneme sahiptir. Kimi zaman kölelik koşullarında, kimi zaman kayıtdışı ve korumasız biçimlerde çalışan göçmenler, sermaye için adeta bir nefes borusu işlevi görür. Ne var ki bu bağımlılık, sistemi istikrara kavuşturmak yerine daha kırılgan hale getirir: göçmen emeğine dayalı birikim modeli, ekonomik dalgalanmaları derinleştirirken toplumsal çatışmaları da yeniden üretir. Kapitalizm böylece kendi varlığını sürdürmek isterken, aynı anda kendi çöküş dinamiklerini üretir.

3. Emperyalizm ve Göçmen Emeği: Küresel Sömürünün Yeni Biçimleri

Lenin’in “emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır” tespiti [4] üzerinden bir asır geçti; ancak kapitalizmin günümüzde aldığı biçimler, bu teorinin tarihsel bir güncellemesini zorunlu kılmaktadır. Lenin’e göre emperyalizm, tekelci sermaye ile mali sermayenin kaynaşması, sermaye ihracının belirleyici hale gelmesi ve dünya pazarlarının büyük güçler arasında paylaşımı anlamına geliyordu. Bugün bu dinamikler geçerliliğini korumakla birlikte, enerji kaynaklarının denetimi, dijital teknoloji tekellerinin yükselişi ve sınır politikalarının küresel ölçekte yeniden yapılandırılması, çağdaş emperyalizmin yeni eksenlerini oluşturmaktadır.


Enerji krizleri, çağdaş emperyalist rekabetin temel dinamiklerinden biridir. Ortadoğu’daki savaşlar, Rusya-Ukrayna çatışması ya da Afrika’daki askeri müdahaleler, yalnızca jeopolitik değil; aynı zamanda enerji tekellerinin çıkar mücadelesidir. Ancak günümüz emperyalizmi yalnızca petrol ve doğalgaz üzerinden değil, veri ve dijital altyapı üzerinden de işlemektedir. Amazon, Apple, Google ve Tencent gibi teknoloji devleri, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda küresel siyasetin ve ideolojik süreçlerin yönelimlerini etkileyen başlıca aktörlerdir [8,12]. Bu “dijital sömürgecilik”, bilginin, iletişimin ve verinin tekelleştirilmesi yoluyla yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda kültürel ve siyasal bir egemenlik biçimi üretmektedir.

Göçmen emeği bu çerçevede kritik bir yere sahiptir. Merkez ülkelerde göçmen işçiler, sermaye birikimi için vazgeçilmez, ucuz ve esnek bir emek kaynağı haline gelmiştir. Avrupa’daki tarım ve bakım sektörleri, ABD’deki hizmet işçileri ya da Körfez ülkelerindeki inşaat işçileri bunun en somut örnekleridir [3, 13]. Bu emek piyasaları, göçmenleri sendikasız, sosyal haklardan yoksun ve sürekli tehdit altında tutarak sermayenin krizini hafifletmektedir. Kapitalizm, merkez ülkelerdeki toplumsal istikrarı göçmen emeğinin görünmez sömürüsü üzerine kurmaktadır.


Diaspora sermayesi de bu tablonun bir parçasıdır. Göçmen topluluklar yalnızca emek gücü olarak değil, aynı zamanda sermaye birikimi sürecine entegre olmuş durumdadır. Avrupa’daki diasporalar aracılığıyla biriken sermaye, hem anavatanlarına hem de bulundukları ülkelere yönlendirilmekte; inşaat, ticaret ve hizmet sektörlerinde önemli roller oynamaktadır [2]. Ancak bu süreç aynı zamanda çelişkiler üretmektedir: diaspora sermayesi kapitalist sisteme entegre olurken, aynı sistemin krizlerinden ve ayrımcı politikalarından doğrudan etkilenmektedir.

Türkiye’deki Suriyeli işçiler bunun çarpıcı bir örneğidir. Kayıtdışı ve düşük ücretli koşullarda çalışan milyonlarca Suriyeli, Türkiye ekonomisinin belirli sektörlerinde sürekliliği sağlayan, ancak aynı zamanda sınıfsal gerilimlerin hedefi haline gelen bir işgücü oluşturur [14]. Bu durum, göçmen emeğinin kapitalizmin çıkmazında nasıl ikili bir rol oynadığını gösterir: sistemin devamı için gerekli ama aynı anda krizleri derinleştiren bir unsur.


Rosa Luxemburg’un sermaye birikimi teorisi, Türkiye’deki Suriyeli göçmen işçilerin sömürü koşullarını anlamak açısından verimli bir çerçeve sunar. Luxemburg, kapitalizmin kendi sınırlarını aşmak için sürekli yeni emek rezervlerine ihtiyaç duyduğunu belirtmişti [6]. Bugün Suriyeli işçilerin tekstil, tarım ve inşaat sektörlerinde kayıtdışı biçimde istihdamı, tam da bu mantığın çağdaş bir örneğidir: sermaye, krizlerini hafifletmek için göçmen emeğini “dışsal kaynak” olarak sisteme eklemekte, bu yolla hem kâr oranlarını artırmakta hem de yerel işçi sınıfını disiplin altına almaktadır [14]. Böylece göçmen emeği yalnızca bir insani trajedi değil, aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizlerinin en açık ifadesi haline gelmektedir.


4. Otoriter Devletin Yükselişi: Krizin Siyasal Biçimi


Kapitalizmin ekonomik çıkmazları, yalnızca piyasa işleyişinde değil, devlet biçimlerinin dönüşümünde de belirleyici etkiler yaratmaktadır. Kriz dönemlerinde burjuva devletinin sınıfsal karakteri daha görünür hale gelir: devlet, sermayenin çıkarlarını korumak için otoriterleşmeye yönelir. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eserinde yaptığı çözümleme, egemen sınıfın rızayı kaybettiğinde zor aygıtlarına yaslanmak zorunda kaldığını açık biçimde ortaya koyar [15].


Günümüzde yaşanan gelişmeler bu çerçevenin güncellenmiş örnekleridir. Donald Trump’ın ABD’deki göçmen karşıtı politikaları, Narendra Modi’nin Hindistan’daki otoriter milliyetçiliği, Viktor Orbán’ın Macaristan’daki illiberal düzeni, Türkiye’deki güvenlikçi-popülist yönetim ve Netanyahu’nun İsrail’deki askeri şiddeti, kapitalizmin krizlerine verilen siyasal yanıtlardır. Bu rejimler farklı toplumsal bağlamlarda şekillense de ortak bir özellik paylaşır: göçmenleri, azınlıkları ve muhalifleri “tehdit” olarak kriminalize ederek sınıf çelişkilerinin üzerini örterler. Bu süreç, neoliberal birikim rejiminin kriziyle birlikte devletin giderek “güvenlik devleti” biçiminde yeniden yapılandığını göstermektedir.

Stuart Hall’un geliştirdiği “otoriter popülizm” kavramı [5], neoliberal dönemde devletin yeniden yapılandırılmasını anlamak için önemli bir anahtardır. Hall, Thatcherizmin yükselişini incelerken, baskıcı devlet aygıtlarının sertleşmesini, buna eşlik eden popülist söylemlerle rızanın yeniden üretilmesi süreciyle birlikte ele almıştı. Hall’un kavramsallaştırması, neoliberal dönemde rızanın artık salt ideolojik araçlarla değil, güvenlik ve korku politikalarıyla yeniden üretildiğini vurgular. Bu analiz, günümüzde krizleri yönetme stratejisinin baskı ve popülizmi iç içe geçiren niteliğini görünür kılar.


Marksist gelenek içinde benzer olgular farklı kavramlarla tartışılmıştır. Marx, “bonapartizm” çözümlemesinde devletin sınıflar arası dengeyi zor yoluyla kurma işlevini vurgulamış; Gramsci, “sezarizm” kavramıyla hegemonya krizlerinde otoriter çözümleri tanımlamış; Troçkist literatür ise bu eğilimleri “faşizm” bağlamında değerlendirmiştir. Stuart Hall’un 1980’lerde geliştirdiği “otoriter popülizm” kavramı ise bu tarihsel çizgiyi neoliberal döneme uyarlayarak, devletin baskı aygıtlarıyla popülist söylemleri birleştirerek rızayı yeniden üretme biçimlerini açıklamaktadır. Bu makalede kavram, faşizmin günümüz kapitalizmi içindeki “hafifletilmiş” ama kurumsallaşmış biçimlerini tanımlamak amacıyla kullanılmaktadır.


Göçmen emeği, bu siyasal düzenin ekonomik, ideolojik ve toplumsal dinamiklerinin kesişiminde konumlanmaktadır. Bir yandan sermaye için ucuz işgücü işlevi görürken, diğer yandan otoriter-popülist rejimlerin en kolay hedefi haline gelir. ABD’de Latinx göçmenler -özellikle Meksikalılar - hem tarımda hem hizmet sektöründe düşük ücretli işlerde yoğunlaşırken, Trump döneminde “duvar” politikalarının ve “işimizi çalıyorlar” söyleminin başlıca hedefi olmuştur. Avrupa’da Müslüman göçmenler ve mülteciler, işsizliğin ve toplumsal çöküşün günah keçisi ilan edilmiş; Fransa’daki “banliyö” isyanları ya da Almanya’daki aşırı sağın yükselişi bu stratejinin tipik örnekleridir. Türkiye’de Suriyeli mülteciler, kayıt dışı atölyelerde düşük ücretlere mahkûm edilirken aynı zamanda ekonomik krizlerin başlıca sorumlusu olarak damgalanmış, böylece işçi sınıfının ortak tepkisi milliyetçi nefretle bastırılmıştır. Körfez ülkelerinde, özellikle Katar ve Suudi Arabistan’da Asya’dan gelen işçiler “Kafala” sistemiyle neredeyse kölelik koşullarında tutulmakta; pasaportlarına el konulmakta, iş değiştirme hakları engellenmektedir [16].


Bu strateji, kapitalizmin yapısal krizlerinden doğan öfkenin yönünü tersine çevirir: sermaye ve devlete yönelecek toplumsal tepkiler, en kırılgan kesimlere - göçmen işçilere ve azınlıklara - yönlendirilir. Göçmen işçiler “tehdit” olarak sunulduğunda, sınıfın birliği parçalanır; milliyetçi ve ırkçı ideolojiler işçi sınıfı içindeki dayanışmayı zehirler. Böylece göçmen emeği, yalnızca kapitalizmin ekonomik yeniden üretiminin değil, aynı zamanda otoriter-popülist hegemonyanın da merkezi bileşenlerinden biri haline gelir.


4.1. Dijital Kapitalizm ve Göçmen Emeği: Artı-Değerin Yeni Biçimleri


Kapitalizm hâlâ artı-değer üretimine dayanır; bu dinamik değişmemiştir. Ancak artı-değerin üretilme biçimi, mekânı ve aracı köklü bir dönüşüm geçirmektedir. Bugün üretim yalnızca fabrikalarda değil; ekranlarda, veri ağlarında, sınır kamplarında ve dijital platformlarda da gerçekleşmektedir. Üretim ortadan kalkmamış, tersine yaşamın bütün alanlarına yayılmıştır: dikkat, duygu, kimlik ve zaman bile metalaşmıştır. Christian Fuchs’un belirttiği gibi, dijital çağda emek yalnızca fiziksel üretim değil, “iletişim, etkileşim ve veri üretimi yoluyla artı-değer yaratma süreci”dir [17].


Bu dönüşüm, kapitalizmin ikili doğasını daha da görünür hale getirmektedir. Sistem bir yandan dışsal zorla - politik baskı, ekonomik yoksullaştırma ve sınır şiddetiyle - işlerken; diğer yandan içselleştirilmiş arzuyla, gönüllü katılım ve duygusal denetim mekanizmaları üzerinden sürdürülür. Byung-Chul Han’ın Psikopolitika analizinde vurguladığı gibi, çağdaş kapitalizm artık “özneleşmiş” bireylerin duygularını, arzularını ve dikkatini yöneterek rızayı içeriden üretir [18]. Bu süreçte insanlar yalnızca emek güçlerini değil, hislerini, kimliklerini ve dikkatlerini de sermaye ilişkisine bağlamaktadır. Shoshana Zuboff’un “gözetim kapitalizmi” kavramıyla açıkladığı üzere, dijital platformlar kişisel verileri birikim aracı haline getirerek bireylerin davranışlarını hem izler hem yönlendirir [19]. Böylece gözetim, artık korkutucu bir denetim biçimi değil; görünürlük, tanınma ve katılım vaadiyle arzulanır hale gelmiş bir rıza mekanizmasıdır.


Klasik Marksist analizler kapitalizmi haklı biçimde bir “baskı rejimi” olarak tanımlar; ancak bu tanım, günümüz kapitalizmini açıklamak için artık yeterli değildir. Nick Srnicek’in “platform kapitalizmi” çözümlemesinin gösterdiği gibi kapitalist birikim artık yalnızca üretim alanında değil, aynı zamanda altyapı, veri ve algoritmik kontrol süreçleri üzerinden de yürütülmektedir[20]. Zoru rızayla, sömürüyü özgürlükle, denetimi arzuyla” maskeleyen bu yeni tahakküm biçimi, dijital-psikopolitik kapitalizmin ifadesidir. Bu rejim, klasik otoriterliğin bir ölçüde yerini alarak, iktidarın yalnızca eylemleri değil, arzuların yönünü de belirlemesine imkân verir.


Bu yapının en somut tezahürü göçmen emeğinde gözlenir. Göçmen, hem klasik zorun hem çağdaş rızanın taşıyıcısıdır: siyasal olarak dışlanırken, ekonomik olarak sistemin merkezinde tutulur; sömürülürken görünmez kılınır. Onun varlığı, hem sınırın hem ekonominin laboratuvarıdır - hem çalıştırılan hem denetlenen, hem dışlanan hem de vazgeçilmez hale getirilen bir figürdür. Bu nedenle göçmen emek, yalnızca küresel kapitalizmin artı-değer kaynaklarından biri değil; aynı zamanda onun dijital denetim ve rıza üretimi stratejilerinin önemli bir bileşenidir.


Üretimin Değişen Yüzü: Artı-Değerin Yeni Alanları


Kapitalizmin özü değişmemiştir: artı-değer hâlâ emeğin karşılıksız kısmından doğar. Ancak bugün emek yalnızca kas gücüyle değil; zihin, duygu ve dikkat üzerinden de çalıştırılmaktadır. Artık üretim yalnızca fiziksel malların değil, aynı zamanda bilginin, verinin, arzunun ve deneyimin üretimidir. Bu dönüşüm, emek sürecini görünmez hâle getirirken sömürüyü yaşamın bütününe yaymaktadır. İnsanlar yalnızca işyerinde değil; dijital ağlarda, sosyal medya etkileşimlerinde, platform ekonomilerinde ve kimlik kayıt sistemlerinde de değer üretmektedir. Ücretli emek ile “katılım” arasındaki sınır silinmiş, kapitalist denetim ekonomik olduğu kadar duygusal bir boyut kazanmıştır.


Artı-değer artık yalnızca üretim bandında değil; veri, dikkat ve zamanın kesişiminde üretilmektedir.Kapitalist, işçinin yalnızca emeğini değil, varlığını, dikkatini ve çevrimiçi zamanını da satın alır.Böylece üretim ile gözetim iç içe geçer: her tıklama, her kimlik kaydı, her dijital etkileşim yeni bir artı-değer biçimi yaratır. Göçmen emeği bu dönüşümün en yoğun yaşandığı alanlardan bir tanesidir. Bir yandan tarlada, fabrikada ve bakım evlerinde bedensel üretimin yükünü taşırken; öte yandan dijital sistemlerin sürekli gözetimi altında yaşar. Kimlik numarası, oturum belgesi, yüz tanıma kaydı ya da iş platformu hesabı - hepsi aynı işlevi görür: göçmeni hem görünür kılar hem de sürekli denetlenebilir hâle getirir.


Bugünün kapitalizmi, zoru ve rızayı; üretimi ve gözetimi aynı anda işleten yeni bir diyalektik kurmuştur. Artık sömürü yalnızca bedensel çalışmadan değil, dijital katılım ve duygusal yönlendirmeden de beslenmektedir.Bu, kapitalizmin en görünmez ama en etkin biçimlerinden biridir: sömürü artık fabrika duvarlarının ötesine taşmış, gündelik yaşamın her anına sinmiştir. Ne çan sesiyle başlar ne vardiyayla biter; ekranın ışığında, bildirim sesinde, çevrimiçi olma zorunluluğunda sürer. Kapitalizm böylece yalnızca üretimi değil, yaşamın kendisini üretim hâline getirmiştir.


Sınırın Dönüşümü: Coğrafyadan Veriye


Klasik literatürde sınır, coğrafi bir çizgi, politik bir duvar ya da hukuki bir statü farkı olarak tanımlanır.Oysa günümüz kapitalizminde sınır giderek dijital bir forma bürünmektedir. Sandro Mezzadra ve Brett Neilson’un belirttiği gibi, modern sınırlar artık yalnızca toprak üzerinde değil, “veri akışları, algoritmik filtreler ve emek hareketliliği üzerindeki yönetim teknikleri” içinde yeniden üretilmektedir [21]. Sınır, coğrafi olmaktan çok siyasal-ekonomik bir süreç haline gelmiş; sermayenin küresel dolaşımını kolaylaştırırken emeğin hareketini kontrol eden bir yönetim aygıtına dönüşmüştür.


Göçmen artık yalnızca “ülkeye giren kişi” değildir; veri sistemine kaydedilmiş bir kimlik dosyasıdır.Parmak izi, yüz tanıma, dijital imza, oturum izni ve mobil konum takibi - tüm bu teknolojiler, modern kapitalizmin görünmez sınırlarını oluşturur. Nicholas De Genova’nın vurguladığı üzere, bu tür dijitalleştirilmiş denetim mekanizmaları “sınırın kendi içinde çoğalmasına” yol açar: sınır artık limanda, havaalanında, fabrikada ve hatta sosyal yardım sisteminde yeniden kurulur[22]. Bir insanın “varlığı” artık pasaportla değil, veri profiliyle belirlenir; sistemdeki kaydı kadar “gerçek” sayılır.


Bu nedenle sınır, yalnızca devletin değil, sermayenin işlevine dönüşmüştür. Shoshana Zuboff’un gözetim kapitalizmi analizinde belirttiği gibi, veri toplama ve davranışsal tahmin sistemleri, ekonomik kâr üretiminde yeni bir sınır formu işlevi görür [19]. Gözetim artık polisin değil, algoritmanın işidir. Bir göçmenin görünürlüğü, ekonomik kullanışlılığıyla doğru orantılıdır: sermaye için değer ürettiği sürece sistemde yer bulur.


Kapitalizmin otoriterleşmesi de bu dijitalleşme süreci içinde yeniden üretilmektedir. Zor ortadan kalkmamış, yalnızca biçim değiştirmiştir. Bazı yerlerde hâlâ çıplak biçimde - polis şiddeti, sınır dışı etme, ucuz işgücü rejimleriyle - işlerken; başka yerlerde veri temelli dışlama, algoritmik sınıflandırma ve gönüllü rıza üretimi biçimini almaktadır. Bu iki düzey birbirini tamamlar: zor artık yalnızca bastırmaz; aynı zamanda davet eder, arzuya yön verir.


Göçmen Emek: Kriz ve Dönüşüm Arasında


Klasik Marksist literatürde-Marx’tan Lenin’e uzanan teorik çizgi boyunca-göçmen emek çoğunlukla sermaye birikiminin tamamlayıcı bir unsuru olarak ele alınmış; üretim sürecinin en ağır yükünü taşımasına karşın, yapısal bir figür olarak değerlendirilmiştir. [1,4]. Oysa tam da bu görünmezlik, göçmen emeğini kapitalizmin çelişkilerini en yoğun biçimde biriktiren deneyim alanına dönüştürmektedir. Klasik kapitalizm döneminde bu çelişki mekânsal ve ulusal eşitsizliklerle tanımlanıyordu; bugün ise dijital, duygusal ve kültürel katmanlar üzerinden yeniden üretilmektedir [8,21]. Göçmen emek artık yalnızca bedensel üretimle değil; gözetim, veri üretimi ve rıza yönetimi ile de tanımlanır hale gelmiştir [19].


Bu nedenle göçmen, sistemin yalnızca mağduru değil, aynı zamanda onun çelişkilerini en yoğun biçimde taşıyan bir tarihsel konumda yer almaktadır. Kapitalizmin hem semptomlarını hem de olası dönüşüm dinamiklerini en görünür biçimde içinde barındırır. Çünkü göçmen, sistemin tam kesişim noktasında durur: hem “fazla” hem de “zorunlu” bir figürdür - üretim için gereklidir, ancak toplumsal aidiyet açısından dışlanmaya açıktır. Bu ikili konum, göçmen emeğini marjinal olmaktan çıkararak, kapitalizmin işleyişini ve sınırlarını anlamak açısından tarihsel olarak önemli bir konuma yerleştirir.


Göçmen emek, hem klasik üretim biçimlerini (bedensel emek, artı-değer, fiziksel sömürü) hem de dijital çağın üretim biçimlerini (veri üretimi, duygusal emek, görünürlük ekonomisi) birleştirir. Göçmen çalışırken yalnızca ürün üretmez; aynı zamanda veri üretir, kimliğini yeniden kaydeder, sistemin gözetim ağını canlı tutar. Bu nedenle göçmen, kapitalizmin güncel işleyişinin hem bir ürünü hem de bu işleyişin çelişkilerini açığa çıkaran bir göstergesidir [22]. Göçmenin konumu, kapitalizmin en çıplak hâlini görünür kılar. O, sınırın hem içinde hem dışında; piyasanın hem merkezinde hem de en ucunda yaşar. Bu “zorunlu hareketlilik” - sürekli yerinden edilme ve yeniden dahil edilme - kapitalizmin işleyiş biçiminin ta kendisidir. Fakat bu hareketlilik, sistemin sınırlarını aşma potansiyelini de barındırır. Çünkü hareket eden, aynı zamanda gören, karşılaştıran ve bilinç kazanan aktörlerden biri haline gelir.


Göçmen işçi, sınırların göreli niteliğini, emeğin evrensel karakterini ve yaşamın ortak kırılganlığını en doğrudan deneyimleyen toplumsal aktörlerden biridir. Bu deneyim, kapitalizmin krizleri içinde yeni siyasal olanakların belirebileceğini düşündürür. Göçmen emek, sistemin sürekliliği açısından işlevsel bir rol üstlenirken, aynı zamanda bu sistemin çelişkilerini de açığa çıkaran bir konumda bulunmaktadır. Farklı coğrafyaları, dilleri ve deneyimleri birbirine bağlayan bu emek biçimi, potansiyel bir enternasyonal dayanışmanın maddi zeminini ima eder. Dolayısıyla göçmen emek, yalnızca sınırların mağduru değil; onları aşan yeni bir sınıfsal hareketliliğin olası dinamiklerinden birini temsil etmektedir.


5. Göçmen İşçilerin Mücadelesi: Sınıfın Sınır-Aşan Biçimleri


Göçmen işçiler, kapitalizmin en ağır sömürü biçimlerinin hedefinde olsalar da aynı zamanda en dinamik direniş odaklarından biridir. İşçi sınıfı mücadelesinin tarihi, göçmen emeğinin belirleyici katkılarıyla örülüdür. 19. yüzyılda ABD’deki demiryolu işçilerinden, 20. yüzyılda Avrupa’daki madenciler ve tekstil işçilerine kadar göçmenler, uluslararası proletaryanın en mücadeleci kesimlerinden birini oluşturmuşlardır [23, 24]. Bu tarihsel miras, günümüzde farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkmaktadır.


Son yıllarda Avrupa’nın tarım sektörlerinde çalışan göçmenlerin grevleri, ABD’de göçmen işçilerin öncülük ettiği sendikalaşma dalgaları ve Türkiye’de Suriyeli işçilerin yerel sendikalarla kurduğu sınırlı dayanışmalar, bu yeni dönemin işaretleridir [14,25,26,]. Bu örnekler, göçmen işçilerin yalnızca ucuz emek değil, aynı zamanda örgütlenme kapasitesine sahip toplumsal aktörler olduklarını göstermektedir.

Güncel Direniş Deneyimleri

ABD’de Amazon depolarındaki mücadele bunun en görünür örneklerinden biridir. Staten Island’daki depo işçilerinin sendikalaşma girişimi, çoğunluğu göçmen ve siyah işçilerden oluşan bir tabanın öncülüğünde gerçekleşmiştir [27]. Yüksek iş temposu, düşük ücretler ve sendikasızlaştırma politikaları, Amazon’u neoliberal güvencesizliğin sembolü haline getirirken, bu örgütlenme çabası göçmen emeğinin devrimci potansiyelini açığa çıkarmıştır.

ABD tarımında Latinx işçiler, gıda üretiminin belkemiğini oluşturmakta; asgari ücretin altında, çoğu zaman belgesiz ve sendikasız koşullarda çalıştırılmaktadır [28]. Arizona’daki SB 1070 yasası gibi göçmen karşıtı düzenlemeler, işçileri kriminalize ederek emek disiplinini güçlendirmektedir[29]. Buna rağmen Kaliforniya’daki grevler ve “sanctuary cities” hareketi (örneğin New York ve San Francisco), göçmen işçilerin direnişini kamusal alanda görünür kılmaktadır [30].

Avrupa’da da benzer bir tablo gözlenmektedir. Fransa’da 2023’teki emeklilik reformu protestolarında göçmen kökenli işçiler, yalnızca kitlenin bir parçası değil, aynı zamanda öncü gruplardan birini oluşturmuşlardır [31]. İtalya’nın güneyinde tarım işçileri ise 2020’de kölelik benzeri koşullara karşı on binlerce kişinin katılımıyla greve gitmiştir [26]. Bu mücadeleler, göçmen emeğinin Avrupa işçi hareketi içinde giderek daha görünür ve etkili bir toplumsal dinamik haline geldiğini göstermektedir.

Türkiye’deki Suriyeli işçilerin deneyimi, kapitalist sömürünün en görünür örneklerinden biridir. Tekstil, inşaat ve tarım sektörlerinde milyonlarca Suriyeli göçmen, kayıt dışı koşullarda ve asgari ücretin oldukça altında çalıştırılmaktadır [14]. Bu durum, sermaye açısından kârlı ve esnek bir emek rejimi yaratırken, yerel işçi sınıfı içinde milliyetçi ve ırkçı söylemleri de beslemekte; böylece sınıfsal dayanışma zeminini zayıflatmaktadır. Ekonomik kriz dönemlerinde bu gerilim daha da keskinleşmekte, göçmenler işsizlik ve yoksullaşmanın sorumlusu olarak hedef gösterilmektedir. Sermaye birikiminin devamı açısından işlevsel olan bu ideolojik yönlendirme, emek piyasasındaki yapısal eşitsizlikleri gizleyerek “yerli–göçmen” karşıtlığını derinleştirmektedir. Dolayısıyla milliyetçilik ve ırkçılık, yalnızca siyasal söylemler değil; kriz dönemlerinde kapitalist düzenin rıza üretme ve toplumsal kontrol mekanizmaları haline gelmektedir.

Körfez ülkelerinde ise göçmen emeği neredeyse modern kölelik biçiminde örgütlenmiştir. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’daki Kafala sistemi, işçilerin pasaportlarına el konulmasını, iş değiştirme haklarının engellenmesini ve aşırı borçlandırma yoluyla bağımlı hale getirilmelerini sağlamaktadır [16]. 2022 Dünya Kupası hazırlıkları sırasında binlerce göçmen işçinin yaşamını yitirmesi, bu sömürü biçiminin vahşetini gözler önüne sermiştir.

Bu örnekler, göçmen emeğinin kapitalizmin küresel işleyişinde hem sömürünün hem de direnişin en yoğunlaştığı alanlardan biri olduğunu göstermektedir. ABD’den Avrupa’ya, Türkiye’den Körfez’e kadar göçmen işçiler, sermayenin krizlerini hafifletmek için kullanılırken; aynı zamanda direnişleriyle sınır-aşan bir sınıf bilincinin filizlenmesini sağlamaktadırlar.

Ekolojik Kriz ve Emeğin Dönüşümü

Göçmen emeği meselesi, ekolojik krizle doğrudan bağlantılı hale gelmiştir. İklim değişikliği, özellikle Güney Küresi’nde milyonlarca insanı yerinden ederek yeni bir “iklim göçmenleri proletaryası” yaratmaktadır. Afrika’nın Sahel bölgesindeki kuraklıklar, Bangladeş’teki sel felaketleri veya Pasifik adalarındaki deniz yükselmeleri, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sınıfsal süreçlerdir. Bu yerinden edilen kitleler, kapitalizmin çevresel yıkımının insani bedelini taşımakta ve en güvencesiz emek piyasalarına sürülmektedir 13].

Kapitalizmin ekolojik krize verdiği başlıca yanıt, “yeşil kapitalizm” adı altında geliştirilen piyasa temelli çözümler olmuştur: karbon ticareti, yenilenebilir enerji yatırımları ve “sürdürülebilir kalkınma” söylemleri bunların başlıcalarıdır. Ancak John Bellamy Foster’ın belirttiği gibi, bu politikalar üretim ilişkilerinin kâr güdüsünü dönüştürmediği sürece, ekolojik yıkımı çözmez; yalnızca yeniden üretir [9]. Kohei Saito da Marx’ın doğa anlayışını yeniden yorumlayarak, sermaye birikimi ile doğa arasındaki “metabolik yarığın” -yani insan emeğiyle ekolojik sistem arasındaki kopuşun- kapitalizmin sürdürülemezliğinin merkezinde yer aldığını vurgular [32].

Dolayısıyla ekolojik kriz, kapitalizmin dışsal bir yan ürünü değil, onun tarihsel sınırının somut göstergesidir. Enerji, madencilik ve tarım gibi sektörlerde “adil dönüşüm” (just transition) politikalarının yükü yine göçmen işçilerin omuzlarındadır. Onlar ekolojik felaketlerin mağdurları oldukları kadar, yeni bir üretim biçimine geçişin potansiyel özneleri de olabilirler. Bu bağlamda ekolojik mücadele ile sınıf mücadelesi birbirinden ayrılamaz toplumsal süreçlerdir. Göçmen emeğinin sömürü koşullarını ekososyalist bir perspektifle birleştiren bir strateji, sermayenin temel çelişkilerini hedef alarak yeni bir toplumsal dönüşüm olasılığı sunabilir.

6. Kapitalizmin Çıkmazı ve Devrimci Olasılık

Kapitalizm, artık yalnızca dönemsel dalgalanmalar yaşayan bir sistem değil; ekonomik, ekolojik ve siyasal düzeylerde kendi sürdürülemezliğini yeniden üreten tarihsel bir yapıdır. Kâr oranlarının düşme eğilimi [6, 7], sermaye birikiminin genişleme zorunluluğu [33], emperyalist rekabet [4] ve ekolojik yıkım [9] aynı anda derinleşmektedir. Kapitalizm bu çelişkileri çözmek yerine yönetmeye çalışır; ancak her yönetim girişimi, krizi yeniden üretir. Otoriter devlet biçimlerinin yükselişi, bu tıkanmanın siyasal biçimidir: sermaye, kendi krizini baskı, gözetim ve milliyetçilik üzerinden yönetmektedir.

Göçmen emeği, kapitalizmin çok boyutlu krizlerinin kesişim alanlarından birini oluşturmaktadır. Sermaye için ucuz, esnek ve disipline edilmiş bir emek rezervi işlevi görürken, aynı zamanda sistemin en kırılgan halkasını oluşturur. Bu ikili konum, göçmen emeğini hem kapitalizmin “nefes borusu” hem de onun “zayıf halkası” haline getirir. Sermaye için vazgeçilmez olan göçmen işçiler, tam da bu vazgeçilmezlikleri nedeniyle sistemin kırılma potansiyelini taşırlar.

Otoriter devletler, göçmen emeğinde somutlaşan bu toplumsal potansiyeli denetim altına almak için, göçmenleri kriminalize eder; milliyetçi ve güvenlikçi söylemleri güçlendirerek sınıf dayanışmasını zayıflatır. Bu strateji, sermayenin kendi krizini gizlemesine ve toplumsal öfkenin yönünü yukarıya değil, aşağıya çevirmesine hizmet eder. Ancak bu bölünme hiçbir zaman mutlak değildir. Tarih boyunca etnik, ulusal ya da kültürel kimliklerle sınıf kimliği arasındaki gerilim, örgütlü mücadele biçimleri aracılığıyla aşılabildiğinde yeni bir siyasal enerji üretmiştir. ABD’de siyah ve Latin kökenli işçilerin sendikal hareketleri, Güney Afrika maden işçilerinin apartheid rejimine karşı direnişi ve Avrupa’daki göçmen işçi grevleri, bu olasılığın tarihsel örnekleri arasında yer alır.

Günümüzde bu tarihsel miras, farklı biçimlerde yeniden görünür olmaktadır. Göçmen işçiler, kapitalizmin küresel üretim zincirlerinde giderek daha belirgin roller üstlenmektedir. Amazon depolarından tarım tarlalarına, inşaatlardan lojistik ağlarına uzanan sektörlerde göçmen emeği, üretim süreçlerinin çoğu zaman görünmez fakat işleyiş açısından önemli bir bileşeni halindedir. Bu durum, göçmen işçilerin direniş ve örgütlenme deneyimlerinin, küresel işçi hareketinin yeniden biçimlenmesinde dikkate değer bir etken olarak değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır.

Kapitalizmin ekolojik krizi, bu tabloya yeni bir boyut eklemektedir. Doğayı sınırsız kârın hammaddesi haline getiren sermaye, aynı zamanda milyonları iklim göçmeni haline getirmektedir. Bu insanlar, en güvencesiz işlerde çalışan yeni bir proletarya kesimini oluştururlar. Foster’ın vurguladığı gibi, kapitalizmin “yeşil” çözümleri krizi çözmek yerine yeniden üretir; Saito’nun işaret ettiği “metabolik yarık”, doğa ile emek arasındaki kopuşun kapitalizmin yapısal sınırını tanımlar. Bu nedenle ekolojik mücadele ile sınıf mücadelesi birbirinden ayrı düşünülemez: doğayı savunmak, emeği savunmaktır.

Devrimci stratejinin günümüz koşullarında yeniden düşünülmesi, sınıf mücadelesi ile göçmen emeği arasındaki kesişim alanlarını kavramayı gerektirir. Milliyetçilik, ırkçılık ve sınır rejimlerinin yarattığı bölünmeler aşılmadıkça, emek hareketinin bütünlüğü zayıf kalmaktadır. Ulusal sınırlarla sınırlı sendikal ya da siyasal örgütlenmeler, küresel sermayenin esnek ve çok-merkezli yapısı karşısında giderek etkisizleşmektedir. Bununla birlikte, ulusal ölçekteki emek mücadeleleri ile enternasyonal dayanışma girişimleri birbirini dışlamaz; aksine, birbirini besleyen ve çok katmanlı bir direniş hattının tamamlayıcı unsurlarını oluşturur. Bu nedenle, çok katmanlı ve karşılıklı olarak beslenen bu mücadele hattı içinde, enternasyonal dayanışma ve sınır-ötesi örgütlenme biçimleri çağdaş işçi hareketinin yeniden inşasında giderek daha önemli bir rol kazanmaktadır. Böyle bir perspektif, sınıf mücadelesini yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal, kültürel ve ekolojik boyutlarıyla yeniden düşünmenin imkânını da açar.

Göçmen emeği, kapitalizmin yeniden üretim mekanizmasının hem temel unsurlarından biri hem de potansiyel bir kırılma hattıdır. Tarihsel deneyimler, en yoğun sömürü biçimlerinin aynı zamanda en güçlü kolektif direnişleri tetikleyebildiğini göstermektedir. Kapitalizmin geleceği, otoriter devletlerin kriz yönetim biçimlerinden ziyade, emeğin farklı kesimleri arasında kurulacak örgütlü dayanışma ve enternasyonal işbirliğinin yönelimleriyle şekillenecektir. Bu bağlamda, göçmen işçilerin konumu, çağdaş proletaryanın dönüşen yapısını ve kapitalizmin güncel işleyiş biçimlerini anlamak açısından önemli bir kavramsal zemin sunmaktadır. Dolayısıyla göçmen emeği, sermaye ve sınır ilişkilerinin kesişiminde yer alarak, günümüz kapitalizminin çelişkilerini açık biçimde görünür kılan başlıca alanlardan birini oluşturmaktadır.

Not: Bu çalışmada kaynak gösteriminde Vancouver numaralı sistem kullanılmıştır.

Kaynakça

  1. Marx, K. (1975). Kapital. Birinci Cilt. Ankara: Sol Yayınları.

  2. Castles, S. & Kosack, G. (1973). Immigrant Workers and Class Structure in Western Europe. Oxford: Oxford University Press.

  3. Breman, J. (2010). Outcast Labour in Asia: Circulation and Informalization of the Workforce at the Bottom of the Economy. Oxford: Oxford University Press.

  4. Lenin, V.I. (1974). Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. Ankara: Sol Yayınları

  5. Hall, S. (1979). The Great Moving Right Show. Marxism Today, Jan: 14–20.

  6. Luxemburg, R. (2004). Sermaye Birikimi. İstanbul: Belge Yayınları.

  7. Marx, K. (1978). Kapital. Üçüncü Cilt. Ankara: Sol Yayınları.

  8. Harvey, D. (2003). The New Imperialism. Oxford: Oxford University Press.

  9. Foster, J.B. (2010). The Ecological Rift: Capitalism’s War on the Earth. New York: Monthly Review Press.

  10. Bruff, I. (2014). Authoritarian Neoliberalism. Rethinking Marxism, 26(1): 113–29.

  11. Standing, G. (2011). The Precariat: The New Dangerous Class. London: Bloomsbury.

  12. Amin, S. (2014). Capitalism in the Age of Globalization. London: Zed Books.

  13. Castles, S., de Haas, H. & Miller, M.J. (2020). The Age of Migration. 6th ed. London: Palgrave Macmillan.

  14. İçduygu, A. & Diker, E. (2017). Labor Market Integration of Syrian Refugees in Turkey. Turkish Studies, 18(1): 1–20.

  15. Marx, K. (1852 / 2010). Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i. İstanbul: Sol Yayınları.

  16. Gardner, A., Pessoa, S., Diop, A., Al-Ghanim, K., Le Renard, A. & Rizzo, H. (2014). Labour Migrants and Access to Justice in Contemporary Qatar. London: Routledge.

  17. Fuchs, C. (2014). Digital Labour and Karl Marx. New York: Routledge.

  18. Han, B.-C. (2017). Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri. İstanbul: Metis.

  19. Zuboff, S. (2019). The Age of Surveillance Capitalism: The Fight for a Human Future at the New Frontier of Power. New York: PublicAffairs.

  20. Srnicek, N. (2017). Platform Capitalism. Cambridge: Polity Press.

  21. Mezzadra, S. & Neilson, B. (2013). Border as Method, or, the Multiplication of Labor. Durham: Duke University Press.

  22. De Genova, N. (2017). The Borders of “Europe”: Autonomy of Migration, Tactics of Bordering. Durham: Duke University Press.

  23. Foner, P. (1975). History of the Labor Movement in the United States. New York: International Publishers.

  24. Milkman, R. (2011). Immigrant Workers and the Future of the U.S. Labor Movement. Labor Studies Journal, 36(1): 36–52.

  25. Munck, R. (2002). Globalization and Labour. London: Zed Books.

  26. Corrado, A., de Castro, C. & Perrotta, D. (2016). Migration and Agriculture. London: Routledge.

  27. Greenhouse, S. (2022). Amazon Workers on Staten Island Vote to Unionize. The New York Times, 1 April.

  28. Massey, D.S., Pren, K.A. & Durand, J. (2009). International Migration Review, 43(3): 437–75.

  29. Varsanyi, M.W. (2010). Urban Affairs Review, 44(5): 779–806.

  30. Ridgley, J. (2008). Urban Geography, 29(1): 53–77.

  31. Perrineau, P. (2023). French Politics, 21(3): 245–63.

  32. Saito, K. (2017). Karl Marx’s Ecosocialism: Capital, Nature, and the Unfinished Critique of Political Economy. New York: Monthly Review Press.

  33. Panitch, L. & Gindin, S. (2012). The Making of Global Capitalism. London: Verso.


    Bu makale SENDİKA.ORG'da yayınlanmıştır. https://sendika.org/2025/11/kapitalizm-otoriterlesme-ve-gocmen-emegi-737470

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Devletin Yeniden Yapılanması - Tülin Öngen

Sermaye birikimi ile devlet arasındaki diyalektik ilişkiyi anlayabilmek için kapitalist devletin ne olduğu/ne iş gördüğü/nasıl işlediği ile ilgili doğru bir fikre sahip olmak gerekir. ​ Özet: Türkiye'

 
 
 
Ekoloji İklim Değişikliği

Marksist Ekoloji Siyasi Ekonomi Kapitalizm ​ İklim değişikliğini azaltmaya yönelik uluslararası girişimler, 1992'de Rio'da düzenlenen...

 
 
 

The Science & 

Mathematics University

© 2023 by Scientist Personal. Proudly created with Wix.com

  • Facebook Clean Grey
  • Twitter Clean Grey
  • LinkedIn Clean Grey
bottom of page